POSTMODERNİZM

14 Temmuz 2014
 
Sema Sav
 

Postmodernizm tartışmaları Türkiye’de özellikle 1990’lı yılların başında popülarite kazandı. Batıda “moda” olan her akımı sorgusuz sualsiz ithal eden Türkiye aydını, bu tartışmalara yeni bir şey eklemekten çok varolanı anlamaya ve güzelce ambalajlayıp anlatmaya çalışır. Batı’daki yüklü külliyata karşın Türkiye’deki tartışmalar daha çok çevrilen kitapların üzerinden yol alır.

’90’lardaki bu “moda” da geniş kesimler tarafından ucundan bucağından çekiştirilerek her mezeye sos olarak kullanılmaya çalışıldı. Pek haksızlık etmemek de gerekiyor, çünkü postmodernizm temel olarak bütünlüksüz, sistematiği olmayan, nedensellikten uzak bir kayganlığı barındırıyor. Örneğin, ilk elden, postmodernizmin ne olduğunun yanıtını verenlerin sayısı sınırlıyken, ne olmadığı üzerinden verilen yanıtlar daha net olarak karşımıza çıkıyor. Bunları aşağıda açacağım.

Dikkat çekmek istediğim bir diğer nokta ise, postmodernizm sözcüğünün miladı. Amerika’da postmodernizm terimi 1930’larda sahne alıyor. Edebiyat eleştirisinde Irwing Howe ve Harry Levin modernist hareketin tahrip oluşuna matem tutmak için postmodernizm terimini kullanıyor. Amerika’da ama özellikle Avrupa’da yaygınlık kazanması ’70’li yıllarda oluyor. Ve, Türkiye’de sınırlı bir aydın kesim tarafından ’80’lerin ikinci yarısından itibaren, geniş kesimler tarafından ise, ’90’larda keşfediliyor. Tarihlerin önemli olduğunu düşünüyorum.

Postmodernizmi, modernizm sonrası ya da modernizm-üstü diye okumak daha açıklayıcı olabilir. Postmodernizm tartışmalarındaki bir diğer başlıksa, modernizmle postmodernizm ilişkisi. Modernizmin reddi olarak görülse bile, postmodernizmin modernizmden bir kopuşu içerip içermediği.

Modernizme kısa bir bakış

Aydınlanma, modernleşmenin de çıkış koşullarını oluşturdu. 16. ve 17. yüzyıllar modernitenin filizlenmeye başladığı bir ilk uğrak olarak kabul edilebilir. Ancak modernleşmenin toplumsal boyuttaki belirleyiciliğine baktığımızda sürecin kapitalizmin belli başlı merkezlerde yerleşiklik kazanmaya başlamasıyla paralel geliştiğini söylemeliyiz. Burjuvazinin yaygınlık kazanması, ulus devletlerin doğması, kapitalist pazarın ortaya çıkması modernitenin nesnel arka planını oluşturdu.

“Aydınlanma düşüncesi, burjuvazinin devrimci döneminin çocuğuydu. Geçmişten köklü bir kopuş ve insanlığın kendi geleceğini eline alması kavgası aydınlanmanın temelini oluşturdu. Ancak burjuvazinin gericileşmesiyle birlikte ne geçmişle köklü bir kopuşun ne de sınıfsal içeriği arka planda kalan bir geleceğin zemini kaldı”(1) . [ARMAĞAN Dünya]

Aydınlanmaya dek izi sürülen modernleşme pratiğinde ise, geçmişle hesaplaşma önemli bir yer tutar. Bu bağlamda geçmiş dönemin eleştirisi modernleşme sürecinin de önkoşulları arasında yer alır. Modernite feodalizmden kapitalist toplumlara geçiş evresinde din, felsefe, hukuk, tarih, siyaset ve ekonominin eleştirisiyle başladı, değişim ile özdeşleşti. Ne var ki, aydınlanmanın burjuva devrimleri sürecinde sınırlı olarak yaşanması, eleştirel düşünüşün sistemin omurgasını hedef almasını imkansız hale getirdi.

Postmodernizmin 70’lerde öne çıkan isimlerinden biri olan Baudrillard’a göre modernizm aydınlanmanın büyük anlatısıdır; bilimperver bir despotluktur. Modernizm ardı sıra gelen bilimsel, siyasal, kültürel dönüşümlerin bir bütün olarak aydınlanma ile birlikte yol açtığı hakim bakış açısıdır. Bu bakış açısı bütün bir yüzyıla damgasını vurmuştur. Ayırıcı özellikleri insan merkezcilik, bilime duyulan güven ve olanaklı iyi bir geleceğe duyulan umuttur. Bir başka deyişle modernleşme bağrından her ne kadar ezen ezilen karşıtlığını çıkarmışsa da, beraberinde bu zincirden kurtulma umudunu da saklı tutabilmiştir. Ancak bu gelecek kurgusunun burjuvazi tarafından yeniden kurgulanan versiyonları, kapitalizmin işleyişi içinde yerini ağırlıklı olarak geleceksizliğe, umutsuzluğa ve karamsarlığa bırakmıştır.

Buradan modernizme geçmek istiyorum. Modernizm, 19. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın ortalarına dek uzanan daha çok sanat, kültür, edebiyat dallarında ifadesini bulan bir dizi akımın adı olarak karşımıza çıkıyor. Kübizm, gerçeküstücülük, konstrüktivizm, dadaizm, suprematizm, avant-garde sanat gibi çeşitli akımların birbirini yadsıyarak kendilerine alan açmaları ve kendilerini var edebilmeleri başlangıçta bir ileri adımı ifade ederken, düzenden tam bir kopuşu getiremediği noktada marjinalizmin adı oluyor.

Elbette, “her sanat kolunun somut yerel-ulusal koşullar altında farklı yönelimlere angaje olduğu ve süreç içinde biçimlendiği de bir gerçek. Nazım’a direkt olarak biçim veren Rus futurizmi, bu bağlamda ve sınıfsallık zemininde benzerlerinden, İtalyan futurizminden farklılaşarak yeni akımlar için döl yatağı oluyor” (2) .

Kapitalizmin hüküm sürdüğü Avrupa merkezlerinde ortaya çıkan modernist akımların hırçınlığının özünü metalaşmayla birlikte gündeme gelen değerler erozyonunda aramak gerekiyor. Sözgelimi, “kübizm gibi gerçeği parçalayan akımlar, dış görünüşlerin ötesine uzanarak varlıkların özünü yakalamaya çalışıyorlar” (3) .

Sanatçılar yapıtlarım kişilikleriyle de yaşamaya başlayarak burjuva yaşam biçimlerini, kurallarını altüst ediyorlardı. Yine, “iki anlamsız hecenin yanyana getirilişinden doğan dada akımı, insanların en kötümser oldukları günlerde, dünya savaşının ortasında Zürih’te ortaya atıldı. Yaşamlaa ölüm arasında hemen hiç bir ayrılık kalmadığını, insan değerinin sıfıra düştüğünü gören gençlik dadaizme dört elle sarıldı” (4) .
Evet yaşama katlanabilmek için yeni bir anlam, yeni bir öz aranıyordu. 30’lu yıllarda ortaya çıkan varoluşçuluk (egzistansiyalizm) da küçük burjuva umutsuzluğunun nihilizme kayan yüzünü oluşturdu.

Ancak yukarıda saydığımız tüm bu umutsuz versiyonlarına rağmen bazı modernist akımlar, marjinal kalan bir tür muhalefetin öznesi olabildi. Bell’in kavramsallaştırdığı modern duyarlılık, toplumsal, yapısal değişimler ve kültürdeki değişmelerin arasında sıkışıp kalmış tekil toplumsal aktörlerin bir vasfı olarak sunuldu. Bu tanımlama doğrultusunda aklıma ilk gelen Kafka oluyor. Modern duyarlılık, düzene duyulan öfkeyi beraberinde getiriyor belki ama, muhalefet öznesi olmaktan da bir o kadar uzak kalıyor.

Ancak burada muhalefetin sınırlarını iyi görmek gerekli. Burjuvazinin hegemonyasını sağlamlaştırmaya çalıştığı 20. yüzyılın ilk yarısında, düzeni doğrudan hedef almayan her kalkışma, her çıktı, kollarını açan burjuvazinin kucağına düşmek durumunda kaldı ve kapitalist ilişkileri yeniden üretmenin ve giderek onu meşrulaştırmanın önünü açtı. Postmodernizmde ise, muhalif duruştan söz etmek neredeyse olanaksızdır. Muhaliflikten daha ağır basan bir kötümserliği -her ne kadar pek çok aydın tarafından tersi kabul edilse bile-, Jameson ilk elden hatırlanmalı, modernizmin bu anlamda devamı olan postmodernizmde fazlasıyla görmek mümkün.

Gündelik yaşamın estetize edilmesi postmodernizm olarak karşımıza çıkıyor; ancak daha derine inip bakıldığında postmodernizmin bu görünümleri modernizmin de ana tanımlayanları arasında yer alıyor. Sözgelimi, her iki akım da bütünsellikten yoksunluğu karşımıza çıkarır, bütünlüğün yerini parçalar alır. Anlamlar modernite içinde de bir belirsizlik içerir, postmodernite içinde de. Belki modernin doğası gereği geçici olması buna bir etkenken, gündelik yaşama sıkı sıkıya bağlı olan postmodernizmin de gerekçesi aynıdır. Kapitalist toplumun irrasyonelliğine tercüman olarak, modernizm de irrasyonel ve hedonist bir kültür yarattı. Postmodernizm de tüketim ideolojisinin, yozluğun beğenisinin bir sonucu olarak popülerleşti. Bu anlamda postmodernizm moderniteden bir kopuş değildir. Jameson, modernizmi tekelci kapitalizmin çocuğu olarak betimlerken, postmodernizmi, çok uluslu şirketlerin hüküm sürdüğü dünyada, Plehanov’dan ödünç alarak geç kapitalizmin çocuğu olarak anlatır. Kültürel ve ideolojik olarak aynı nesnelliğe dayanan her iki akımın arasındaki yegane fark ise, modernizmin onca karamsarlığına karşın kimi versiyonlarında geleceğe duyulan umudu da içinde barındırabiliyor olmasıdır. Ancak postmodern akıma baktığımızda, kapitalizme tam boy bir eklemlenmeyi, burjuva yaşam biçimine yaslanmayı ve varolan toplumsal-kültürel ilişkilerin asla değişemez olduğuna duyulan inancı ve “şimdiye tapınma”yı görürüz.

Her iki akımın savunucuları tarafından ele alman bir diğer tartışma başlığı ise, bu harita içinde marksizmin nereye konacağıdır. Postmodernizmin teorisyeni Lyotard, marksizmin modernizm üst-anlatılarından biri olduğunu savunarak, modernizmin kitleleri büyük özgürlük anlatısıyla uyuttuğunu, her şeyi araçsallaştırdığını, bilimle kendisi dışındaki bütün büyük anlatılan (din gibi) hizaya getirerek totaliter bir yapı kurduğunu savunur. Bu görüşe göre sosyalist sistemler de büyük anlatıların siyasal yansımasıdır ye dolayısıyla karşı durulması gereklidir! Oysa marksizm modernizmin değil, ama kapitalizme harç olan aydınlanma ve modernleşmenin yarattığı sınıflı toplum düzeninin karşısında konumlanarak kendini üretti. Olsa olsa burjuvazinin kendi mezar kazıcısı olan proletaryayı yaratmasına benzer bir süreçten söz edilebilir. Çünkü marksizm, modernizm ve postmodernizmi de besleyen kapitalist düzenin ve onun ilişkilerinin eleştirisi üzerinde yükselir.

Marksizme karşı çıkan modernist ve/veya postmodernist kuramcıların çıkış noktasını sınıflı toplumun reddi oluşturuyor. İnsanın dünyayı anlamaya ve onu değiştirmeye gücü, aslında daha belirgin olarak niyeti yoktur. Çok seslilik, farklı kültürlerin toplumsal olarak kendilerini ifade edebilmesi argümanları arkasında liberal bir bakışı gizler. Foucault’ya göre, “bütünün tümünü birden değiştirmeye kalkamazsınız, eğer tümünü birden değiştirmeye kalkarsanız yeni bir despotizm yaratırsınız. Marksizmin yanlışı da toplumu global bir şekilde değiştirmeye kalkmasında yatmaktadır. Stalinizme neden olan da budur” (5)

Her iki akımın temsilcileri tarafından dillendirilen bu tür argümanlar kimi dönemlerde fazlasıyla alıcı bulmaktadır. İşin bizce en üzücü tarafı ise, kendini sol olarak tanımlayan kesimlerin burjuvazinin bulandırdığı suda oltaya, bunca yaşanmışlıktan sonra, takılma konusunda gösterdikleri hevestir. Kültürel, ideolojik ve dolayımlı olarak siyaset alanını esir almaya yönelik bu tür kalkışmalara karşı en şaşmaz silahımız kapitalizm karşıtlığı olmalıdır. Bu karşıtlığın belirsiz, eklektik yaşandığı durumlarda yerimizin eninde sonunda burjuvazinin kucağı olacağı ise aşikar.

Biraz da postmodernizm; hem o, hem bu…

Postmodernizm, başta da söylediğimiz gibi terimin ortaya atılmasından yıllar sonra, 1970’li yıllarda Avrupa’da yaygınlık kazanır. Terim önce mimaride, sonra dans, tiyatro, resim ve müzik gibi alanlarda kullanıldı. Mimari, diğer alanlarla karşılaştırıldığında modernizmden postmodernizme geçişin en fark edilir olarak yaşandığı dal oldu. Oysa edebiyat alanında bu geçişin izini sürmek o kadar kolay değildir.

“Mesele bugün estetik üretimin genelde meta üretimiyle bütünleşmiş olmasıdır. Giderek artan bir devir hızıyla (giysiden uçağa kadar) sürekli olarak daha yeni görünümlü mal kuşakları üretme yolundaki çılgın iktisadi zorunluluk, şimdi estetik yenilik ve deneylere günden güne daha ciddi bir işlev ve konum atfediyor. Bu iktisadi gerekler de vakıf ve bağışlardan, müze benzeri himaye biçimlerine kadar, yeni sanata sunulan her türlü kurumsal destekle karşılığını buluyor. Ancak iktisada en esaslı bir hiçimde yakın olan sanat, komisyonlar ve arazi değerleri halinde, onunla hemen hemen dolayımsız bir ilişki içindeki mimaridir. Postmodern mimarinin olağanüstü gelişmesinin köklerini, tamamen aynı dönemde gelişip genişlemiş olan çok uluslu iş dünyasının himayesinde yattığını görmek bizi şaşırtmıyor” (6) . [JAMESON Fredric]

Evet, postmodern mimaride her şey; heykeller, resimler, neonlar, sözcükler bir arada harmanlanıyor. Korkunç bir tüketim kültürünü ve hedonizmi bu harmanlanmada ayırdetmek ise güç olmuyor. Fonksiyonellikten uzak bina tasarımları, aynalarla kaplı gökdelenler, aynı anda farklı üslupların denenmesi, “her şey olur” (anything goes) ilkesinin tam bir serbestliğe ve giderek de eklektisizme dönüşerek, biçimler ve semboller repertuarı halini alması ilk elde akla gelenler.

Postmodernizmin belirli bir tanımı yok. Ne olduğunun yanıtından ziyade, ne olmadığının yanıtını almamız da bu yüzden. Sorun terimin her bir tikellikte farklı anlamlara gelebilmesi. Baudrillard’tan dinleyelim: “Ataletin hızlanışı anlamın medyada içe dönük infilakı toplumsalın kitlede içe dönük infilakı kitlenin bir nihilizm ve anlamsızlık kara deliğinde içe dönük infilakı…” (7)

Anlamların, umutların bittiği yerde, ileriye yönelik beklentilerin kalmadığı durumda, postmodernizm geçmişe bir nostaljiyle bakar. Eskiden inşa edilen her şey geri getirilmeye, bugüne taşınarak dertlere deva yapılmaya çalışılır. Bütünlük kavrayışının dumura uğradığı noktada yapılacak tek şey parçalarla oynamak, bu parçaları bütünsel algılayışları, değerlendirmeleri dışlayarak, bunun yerine şizofrenik bir tarzda yeniden çatmaktır.

Daha derli toplu bir tanımlamayı Featherstone’dan alalım ve postmodernizmin özellikleriyle devam edelim.
“Batı modernliğinin bilim, hümanizm, sosyalizm vb. nosyonlarla imtiyazlı evrensellik iddialarının yaslandırıldığı temel üst-anlatıların sakat olduğu ve entellektüellerin kendinden emin yasa koyucu rolünü terkedip yorumlayıcı rolüne soyunmasından ötürü yerel farklılıklara daha duyarlı ve daha az gösterişçi bilgi tarzlarına yönelmemiz gerektiğini öneren felsefe, toplum ve kültür teorilerinde temelcilik karşıtı bir konum” (8) . [FEATHERSTONE Mike]

Bahsettiğimiz gibi, postmodernizmin bulunduğu zemine göre farklı yönleri öne çıkarılırken, “tarih okumalarına” göre birbirini tutmayan, ama “hem o, hem bu” anlayışından ötürü yanlışlanma olanağı da olmayan pek çok tanımı mevcut. Bu tanımlardaki ortak noktalara bakarak, postmodernizm akımının belirleyen, öne çıkan alt başlıklarına bakalım.

* Postmodernizm esas olarak insanın artık bütünlüklü olarak dünyayı anlamaya ve nihayet onu değiştirmeye yönelik gücünün kalmamasından yola çıkar. Nietzsche, Heidegger ve Derrida’nın felsefesi üzerinde temellenir. Dünya post-modernistlere göre artık değişmiş, sınıflı toplumlar yerini endüstri ötesi toplumlara bırakmıştır. Çağımız bunlara göre emek-üretim paradigmasından çıkmış, enformasyon paradigması belirleyici olmuştur.

* Postmodernizmin asıl çıkışı gündelik yaşamın ve algılamanın estetikleştirilmesiyle olmuştur. Günlük yaşamdaki birbiriyle iç içe geçmiş, heterojen ve parçalı algılayışların, estetize edilerek yeni bir “şey’miş gibi sunulması bunun bir sonucudur. Kapitalist sistem içinde en uç irrasyonelliği betimleyen tüketim ideolojisinin, anlık beğenilerin, genel geçer duyumların beğeniye sunulmasıdır postmodernizm. Sıradan olandan, karmaşadan, hatta kitsch’ten (gündelik hayatın görünümleri) korku duymayan, rahatsız olmayan bir rahatlık söz konusudur. Bundan böyle yüksek ya da ciddi sanat ile kitlesel popüler sanat ve kitsch arasında yapılması olanaklı geçerli bir ayırım yoktur. Bunların sonucu olarak cahillikten suçluluk duyanlar yoktur artık. Ne de olsa piyasadaki “on derste falanca” türü kitaplar bilgi açlığını fazlasıyla doyurmaktadır. Yine örnek olarak, Yeni Hayat romanı hatırlanabilir. Bu denli popüler olması, geniş kitleler tarafından okunmasının bir nedeni de Orhan Pamuk’un yoz beğenileri, kokuşmuşluğu ve çıkışsızlığı kitabında yeniden üreterek estetize etmesidir.

* Postmodernizm kurumsallaşmış sanata yönelik olarak, onun zeminini ve amacını yadsımaya çalışan bir saldırıyı içerir. “Özne ölmüştür”, “yazar ölmüştür” (Barthes). Bundan dolayı da sanat, özel niteliklerden ve tecrübelerden kaynaklanan bir biçim olarak görülemez. Zaten yeni olarak söylenecek hiçbir şey kalmamıştır. Her şey zaten önceden yazılmış, söylenmiştir. Bunun sonucu olarak özgün bir üslup, söyleyiş, stil elbette olamaz ve sanatçı biricik değildir; benzeri pek çok sanatçı ve yapıt vardır Bu noktada yapılması gereken, ve postmodernistlerin yaptığı, geçmişe dönmek, tarihi yağmalayarak yağmadan kalanları bugüne gelişigüzel taşımak, metinler-arası yeni metinler yazmaktır. Bu, bir yandan geçmişe duyulan özlemi besler, geçmiş yüceltilir, geçmişin geri ilişkileri tarihsel bir eklektisizm içinde bugüne taşınır; premodern ve ilkel kültürlerin büyüyen bir cazibesi vardır. Son on yıldır tarihsel romanlardaki patlama akla gelebilir.

* Postmodernist tarih anlayışı da eklektisizmden payım alır. Postmodernistler modernistlerin aksine tarihi tek bir çizgide doğrusal olarak gelişen bir süreç yerine, her bir yöne heterojen olarak ilerleyen güçler bütünü olarak ele alır. Bunun sonucunda bütünsel bir tarihi gelişimden söz etmek mümkün değildir.

‘Yani tek tek ulusların, kasabaların tarihinden söz edilir ancak, bir insanlık tarihinden çeşitli süreçlerin aynı doğrultuda birleştiği bir dünya tarihinden söz edilemez. Nesnel idealizmin ayırdedici özelliği olan parçacı, anti-diyalektik mantığını karşımızda buluruz” (9) . [KUTLU Sinan]

Yerelliğin ve bölgeselliğin postmodernizm içinde imtiyazlı kılınması da bu bakışın bir sonucu olarak görülebilir.
* Gerçeklik duygusu yok edilmiştir. Gerçeklerin, doğruların yerini imajlar almıştır postmodern algılayışta. Gerçeklik imajlara dönüşerek, bir dizi süreğen şimdi halinde parçalanır. Bundan dolayı gündelik postmodern kültür bir üslup çeşitliliği ve heterojen bir kültürdür. Gösterge ve gerçeklik duygusu yitirilir, yerine imajların saltanatı başlar.

* “Reklam endüstrisi tarafından 1920’li yılların sonunda devralman yeni “tüketim etiği” anı yaşamayı, hedonizmi, öz dışavurumunu, beden güzelliğini, paganizmi, toplumsal yükümlülüklerden bağımsız olmayı, uzak yerlerin egzotizmini, üslup geliştirmeyi ve hayatın üsluplaştırmasını coşkuyla selamlıyordu” (10) . [FEATHERSTONE Mike]

Tüketim toplumunun içinden çıkmış, onu sanat, edebiyat, ideoloji ve siyaset alanında meşrulaştırmanın bir aracı olmaya aday postmodernizm de öne sürdüğü motifleri doğrultusunda “tüketim etiği”ni 70’li yıllarda üretmenin bir payandası olmuştur. Ek olarak tüketim kültürünün hegemonyasını artırdığı günümüzde, bununla eş olarak metaların estetisyenlerine de ihtiyaç duyulmuştur. Yeni orta-sınıflar ya da Yuppieler yeni kültür aracıları konumunda, pazarlamacı, reklamcı, halkla ilişkilerci, televizyon yorumcu ve yapımcısı olarak karşımıza çıkarlar.
Hegemonik kültür tarafından ise, moda, içki kültürü, müzik, dernekleşme gibi faaliyetler, birleştirmek ya da dışlamak amacıyla “köprüler ve kapılar” olarak kullanılır.

* Postmodernizm din, felsefe ve marksizm gibi tüm “sistemleşmiş bilgi öbekleri”ni eleştirdiğini söyler. Hangisinin uçlarının açık, hangisinin kapalı olduğuna bakmadan, hangisinin eleştirel hangisinin konservatif olduğunu değerlendirmeden “sistem” gördüğü yerde allerji üretir çünkü “tüm üst-anlatı”ların karşısında yer alır. (Bunun kendisinin bir “üst-anlatı” olup olmadığı ise muammadır!) Postmodermzmin felsefecisi Lyotard’tan son alıntıları yapalım:

“Marksizmin iki koldan gelişen bir sorunu var. Marksizan öykü fiilen insanlık tarihinin bütününü kapsadığından gereğinden fazla büyüktür ve marksizan öykü çok teoriktir çünkü tarihsel değişmeyi açıklama iddiasında olan bir toplumsal pratik ve toplumsal ilişkiler teorisine dayanır.” (11)

Buradan yola çıkan postmodernizm savunucuları, büyük anlatılardan en cephe alınması gereken biçimi olarak tarif ettikleri marksizmin insan pratiklerinin çeşitliliğini ve çoğulluğunu tıkadığını ifade ederek, liberter bir söylem tuttururlar. Devam edelim

“Toplumu bir arada tutan ortak bilinç ya da alt-yapı değildir. Bireyler eşanlı olarak pek çok pratikte yer alırlar. Buradan toplumsal kimliklerin karmaşık ve heterojen olduğu sonucu çıkar. Bunun sonucu olarak toplumsal, cinsiyet, ırk ve sınıf gibi genel kategoriler kullanan eleştirel toplumsal teori türünü bir köşeye bırakır. Onun perspektifinden bakıldığında böylesi kategoriler toplumsal kimliklerin karmaşıklığını kavramada kullanılmayacak kadar indirgeyicidir” (12) .

Kulağınıza pek tanıdık gelmesi gerekiyor. Bu başlığı postmodernizm ve sol başlığında açacağız. Evet, postmodernizmde ilgilenilen, marksizm gibi büyük-anlatılar yerine, yerelleşmiş, bütünden koparılmış, çoğullanmış ve çeşitlenmiş küçük anlatılar oluyor. Meta-anlatılar geçmişte kalmış ve bunların yerini bu çağda zorunlu olarak farklı söylemsel pratiklerin çoğulluğu arasında dağılmış birçok meşru söylem almıştır. Siyasal anlamda da, “Bir tek kapsamlı adalet teorimiz yoktur, olamaz da. Aksine gerekli olan yalnızca çeşitliliğin adaletidir” (13) diyerek kaotizmin, liberalizmin güzellemesini yaparlar.

* Postmodernizmde gerçekliğin yerine sanrılara tapınma vardır. Tüketim kültürünün sunduğu derinliksizlik, imajlara verileri önemle tamamlanır. Göstergeler bulanıklaşır, zincirlerinden boşanmış bir yüzer gezerlik hüküm sürer. “Ben” derinliğini yitirmiş, özne ölmüştür. Ben artık kendini jestlerin, imajların arkasında var edebilir.

* Postmodernizm kendini belirsizlikler üzerinden tanımlar. Anlam kesiklikleri, düzensizlikler, kaotik bir durum, şizofrenik sayıklamalar, bütünlükten uzaklık, fragmentleştirme (parçalara ayırma) ve nihayet “hem o, hem bu” söyleminin baş tacı edilmesi olarak karşımıza çıkar.
* İçerikten öte performansta kendini tanımlama ve buna bağlı olarak simgelerin ortaya çıkması (içkinlik) ilkesi. Özellikle romanda kurma karakterlerin yaygınlık kazanması bir diğer ayırıcı özelliktir.

* Postmodernizmin diğer bir özelliği olarak, geçmişin geri ilişkilerini yücelterek nostaljik bir şekilde bunları estetize etmeye çalıştığını belirtmiştik. Yine geçmişe bakışta ve geçmişin algılanışında görülen parçalılık bugüne de eklektiklik biçiminde yansır. Farklı zamanların, farklı parçaları kolaj yöntemiyle bütünlenmeye çalışılır.

* Bir diğer özellik de karnavallaştırmadır. Karnavallaştırmanın özelliği de gerçekliği tersine çevirerek, katlanabilir bir biçime bürünmesini sağlamak olmuştur. Uçuşan imajların bağlantısızlığı, duyumsamalar, duyguların denetimsizliği Ortaçağ karnavallarında da görülüyordu.
* Postmodernizmde sayılanlardan çıkarılabileceği üzere, insanlık, halk, proletarya gibi tinsel bir değerin yokluğu, ya da böyle bir değerden yola çıkılarak hareket eden “aydın”ın ölümü de bunalımın bir parçasıdır. Postmodernistlere göre hakikati söylemek, dünyayı kurtarmak yerine yeni küçük öyküler anlatmak ve yaşamak gerekir.

* Postmodern edebiyatta ise, yinelemeler, kolaj, karıştırma, melezleştirme, somut olarak da, labirentler, aynalar, yüzler, alegoriler, şaşırtmacalar, şoklar, bilmeceler, mitoloji, parodiler kullanılarak bir yandan aşırı bilgiçlik ve züppelik, diğer yandan aşırı incelik yapılıyormuş gibi görünür. Borges, Yolları Çatallanan Bahçe’de postmodern anlatının en tipik örneğini vermiştir.

Postmodernizm ve sol

Yazımıza girerken, postmodernizm kavramlaştırmasının belli konjonktürlerde öne çıkması ve yaygınlık kazanmasının üzerinde durmak gerektiğinden söz etmiştik. Türkiye’de özellikle 80’li yılların ikinci yarısında ortaya çıkan ama belli bir yaygınlığı 90’ların başında kazanan postmodern hareketin bazı motiflerinin sol tarafından benimsendiğine tanık olundu. Burjuva ideolojisine utangaçça eklenme sonucunu doğuran bu bulaşıklık kapitalizmden bütünsel olarak kopamama yüzünden solu içten içe kemiriyor. Türkiye’de postmodern solun gelişmesinin nedenlerine baktığımızda, ilk olarak, 70’lerin ikinci yarısından itibaren tırmanan sol hareketin, doğrudan kapitalizmi hedef almadığı için en tepe noktasında tıkanarak geri düşmesini, üzerine gelen darbeyle birlikte politize olan kesimlerde korkunç bir umutsuzluk yaşanmasını gösterebiliriz. İkinci bir darbe de, reel sosyalist ülkelerdeki karşı devrim süreçleri olarak gösterilebilir. Olanaklı bir gelecek kurgusunun kalmadığı düşünülen konjonktürler burjuvazinin ideolojik saldırısı için uygun zemin sunar. Burjuvazi, sosyalist hareketin bıraktığı her boşluğa sızarak, onu teslim almaya çalışacağını, bunun için elinden geleni ardına koymayacağını kimi dönem becerikli manevralarda da bulunarak gösteriyor.

Dünyada postmodernizmin yaygınlık kazanmasının nedenlerine ilişkin oldukça doğru bir saptamayı Amerikalı marksist akademisyen Alex Callinicos şöyle yapıyor:

“Postmodern söylemin 1950’lerde ya da 60’larda değil, son 10 yıl içinde ortaya çıkışı oldukça anlamlıdır. 2. Dünya savaşı sonrasında kapitalist ekonomilerde görülen büyümenin ve bunun yarattığı refah toplumlarının daha sonra krize girmesi aydınlanmış bir teknokrasiye duyulan inancı zayıflatmış, ama bu zayıflatmaya eşlik eden düzen karşıtı mücadelenin yenilgiyle sonuçlanması devrimci umutları da söndürmüştür. İşte bu süreçte radikalleşen umutlarını gerçekleştiremeyen entellektüeller varolan düzenin rasyonalitesinden ve adaletinden kuşkulanmaya devam etseler bile uygulanabilir bir alternatife olan inançlarını yitirmişlerdir. Düş kırıklığına uğrayan bu entellektüeller, tüm orta sınıfta olduğu gibi, kendilerine sunulan toplumsal hiyerarşi içinde yukarı tırmanma ve tüketim olanaklarını reddetmemeleri, radikalliklerinin törpülenmesi sonucunu doğurdu. İşte postmodern söylemin bu entellektüellerin ürünü olarak görülmesi gerekir.” [CALLİNİCOS Alex]

Yüzümüzü Türkiye toprağına döndüğümüzde ise, hem devrimci demokrat hem de reformist hareketlerin postmodernizmin içinde önemli bir yer kaplayan belirsizlik, kayganlık ve eklektiklik motiflerinden olabildiğince etkilendiğini görürüz. Siyasal ve ideolojik mücadele algılayışlarından, afişlerine dek buram buram postmodernizm kokan bu kesimler, çıkışları farklı düzlemlerde olsa da aynı tuzağa yakalanmakla malüller. Özellikle reformist kesimlerin belirleyici öğesi olan her düzlemdeki muhalif sesleri kucaklamaya dönük çoğulculuk söylemi, her bir bireyin mücadele dinamiklerini farklı kavramasına neden olan eklektisizm, hedef konusundaki değişik ve birbirini dışlayan kurgusal farlılıklar, postmodern söylemin en belirgin öğesi olarak sistemliliğe karşı sergilenen tavır, gelecek kurgusunda yaşanan belirsizlik, devrimci demokratlar için nesnellikten beslenmeyerek ütopik bir algılayıştan kaynaklanan ütopik bir sosyalizm söylemi en fazla öne çıkan öğeler olarak yaşanıyor bugün.

Türkiye solundaki tüm bu zaafların ve deformasyonun hizmet ettiği sınıf ise kuşkusuz burjuvazi. Düzenin özellikle ideolojik ve siyasal krizini tepe noktasında yaşadığı, kendi kurtuluşunu restorasyon programına bağladığı konjonktürde her tür yalpalama doğrudan düzen güçleri tarafından yontulacak ve emekçi sınıfları teslim almaya dönük olarak kullanılacaktır. Saflaşma her tekil mücadele alanında aynıdır ve kritik soru şudur: Kapitalizm mi, sosyalizm mi?

Dipnotlar

1) ARMAĞAN Dünya, “Güncelliğini Yitirmeyen Aydınlanma Tartışmaları Üzerine Kısa Bir Not”, Gelenek 42.

2) OLCAY Yılmaz, “Sosyalizm Tarihinden Portreler: Nazım Hikmet”, Gelenek 52.

3) Hançerlioğlu Orhan, “Düşünce Tarihi”, Remzi Kitabevi, 3. basım, 1974, s. 355.

4) Hançerlioğlu, a.g.e., s. 356.

5) Foucault’tan aktaran Alex Callinicos, İktisat Dergisi, Şubat 1994. Callinicos’la yapılan röportajda, Callinicos postmodernizmin Batı’daki kökenlerini açıklarken önemli saptamalarda bulunuyor. Türkiye’de, postmodernizme marksist bakış denince daha çok Fredric Jameson akla geliyor. Okuduğum kaynaklardan edindiğim izlenim, Callinicos’un daha tutarlı bir çerçeve çizdiği. Örneğin, Jameson, postmodern kültürün modernizmden sistematik bir kopuşu temsil ettiğini savunurken, Callinicos böyle bir kopuştan söz edilemeyeceğini ifade ediyor. Dergideki röportajdan aktarıyorum: “Gelişmiş kapitalist ülkelerde oldukça önemli bir fenomen, kol emeğine dayanan işgücünün azalması, buna karşın beyaz yakalı işgücünün çoğunluğu oluşturmasıdır. Bu fenomen postmodern toplum kuramcıları tarafından sınıf ilişkilerinin yok olması şeklinde yorumlandı.” Yine Callinicos postmodernizmin çıkışı ile ilgili olarak şunları söylüyor: “Postmodernizm iki şeyin ürünüdür, ilk olarak Batı Avrupa’da 68’in yarattığı hayal kırıklığı ve isimleri dışında hiç de yeni olmayan eski Maoist ve yeni filozofların ortaya çıkışıdır ve bunlar çok çabuk bir şekilde anti-marksist bir ve yeni bir pozisyon belirlediler. İkinci olarak ise, İngiltere ve ABD’de 1980’li yıllarda spekülatif ağırlıklı bir büyümenin gerçekleşmesi ve hızlı bir şekilde tüketimi gittikçe artan bir yeni orta-sınıfın doğması.”

6) JAMESON Fredric, “Postmodernizm Ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı”, Necmi Zeka tarafından derlenen Postmodernizm adlı kitap, Kıyı Yayınları, 1994, 2. baskı, s. 63.

7) Baudrillard’tan aktaran, Douglas Kellner, “Toplumsal Teori Olarak Postmodernizm: Bazı Meydan Okumalar ve Sorunlar”, Mehmet Küçük tarafından derlenen “Modernizm Versus Postmodernizm” adlı kitaptan, Vadi Yayınları, 1994, 2. baskı, s. 236.

8) FEATHERSTONE Mike, “Postmodernizm ve Tüketim Kültürü”, çev: Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları, 1996.

9) KUTLU Sinan, “Kuantumdan Postmodernizme Nesnel İdealizm”, İnsancıl, sayı 64.

10) FEATHERSTONE Mike, “Postmodernizm ve Tüketim Kültürü”, çev: Mehmet Küçük; Ayrıntı Yayınları, 1996.

11) LYOTARD’dan aktaran, Nancy Fraser ve Linda Nicholson, “Felsefesiz Toplumsal Eleştiri: Feminizm ve Postmodernizm Arasında bir Karşılaşma”, Mehmet Küçük tarafından derlenen “Modernizm Versus Postmodernizm” adlı kitaptan, Vadi Yayınları, 1994, 2. baskı, s. 281.

12) LYOTARD, a.g.e., s. 281.

13) LYOTARD, a.g.e., s. 280.

Şubat 1998

Yorum bırakın